Ad

kriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Emisyon Hedefleri Rehberi: Net Sıfır, Karbon Nötr ve İklim Pozitif

Günümüzde şirketlerin ve kurumların "yeşile döndüğünü" duyuran açıklamalarına sıkça rastlıyoruz. Ancak bu iddiaların ardında yatan Net Sıfır, Karbon Nötr ve İklim Pozitif gibi terimler çoğu zaman kafa karışıklığına yol açıyor. Halk arasında bu kavramlar birbirinin yerine kullanılabilse de, aslında her birinin kendine özgü bir anlamı ve çevresel etkiye yönelik farklı bir taahhüt düzeyi var. Gelin, bu önemli ayrımları yakından inceleyelim.

Karbon Nötr Nedir?

Karbon nötrlük, atmosfere saldığınız karbon miktarını, eşdeğer miktarda karbonu atmosferden uzaklaştırarak veya başka bir yerde emisyonu engelleyerek dengelemek anlamına gelir. Bu genellikle, yenilenebilir enerji projelerine yatırım yapmak veya ağaçlandırma faaliyetlerini desteklemek gibi yöntemlerle elde edilen karbon kredileri (veya karbon denkleştirme) aracılığıyla yapılır. Buradaki önemli nokta, şirketlerin kendi emisyonlarını azaltmak zorunda olmamasıdır; mevcut emisyonlarını dengelemek yeterlidir. Bu, hızlı bir şekilde "karbon nötr" iddia etmek için popüler bir yol olsa da, temel sorunu kökünden çözmekten ziyade bir telafi mekanizmasıdır.

Net Sıfır Emisyon Nedir?

Net sıfır emisyon kavramı, karbon nötrlükten çok daha kapsamlı ve iddialıdır. Bir şirketin veya ülkenin net sıfır hedefine ulaşması demek, faaliyetlerinden kaynaklanan tüm sera gazı emisyonlarını (yalnızca karbonu değil) büyük ölçüde azaltması ve ardından geri kalan, kaçınılmaz emisyonları atmosferden aktif olarak uzaklaştırarak dengelemesidir. Bu, bilimsel hedeflerle uyumlu, uzun vadeli ve zorlu bir süreçtir. Net sıfır, sera gazı salımlarının olabildiğince düşürülmesi ve sadece minimal düzeyde kalan emisyonların giderilmesini gerektirir. Burada asıl amaç, emisyonları olabildiğince azaltmaktır, dengelemek ikinci plandadır ve yalnızca kaçınılmaz emisyonlar için geçerlidir.

İklim Pozitif Nedir?

İklim pozitif olmak, bahsettiğimiz diğer iki kavramın da ötesine geçmektir. Bu, bir şirketin veya faaliyetin atmosfere saldığı karbondioksitten daha fazlasını atmosferden uzaklaştırması anlamına gelir. Yani, sadece "daha az kötü" olmakla kalmayıp, aktif olarak gezegen için iyilik yapmaktır. İklim pozitif hedefler, genellikle karbon giderme teknolojilerine yatırım yapmayı, büyük ölçekli restorasyon projelerini desteklemeyi veya doğrudan hava yakalama gibi yenilikçi çözümleri benimsemeyi içerir. Bu, gerçek anlamda bir iklim liderliği ve gezegen için net bir pozitif etki oluşturma taahhüdüdür.

Sonuç: Daha Fazlasını Hedeflemeliyiz

Şirketlerin çevresel taahhütlerini değerlendirirken, sadece "yeşil" iddialara değil, bu iddiaların arkasındaki somut eylemlere bakmak büyük önem taşıyor. Tek başına denkleştirme, iklim liderliği anlamına gelmez. Gerçek çevresel fayda sağlamak için emisyonları önce kökünden azaltmak, ardından kaçınılmaz olanları dengelemek ve nihayetinde atmosfere pozitif bir katkıda bulunmak gerekiyor.

Artık sadece "nötr" olmayı hedeflemek yerine, İklim Pozitif bir gelecek için çabalamanın zamanı geldi.

Net Sıfır, Karbon Nötr ve İklim Pozitif kavramlarının ne anlama geldiği, aralarındaki farklar ve emisyon hedefleri konularında sizlerden gelen yoğun sorulara bu yazımızla cevap vermeyi amaçladık.



KAMP, KARAVAN VE TİNY HOUSE HAYATI İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE ÇÖZÜM OLUR MU?

Sevgili dostlar,

İklim kriziyle mücadelede bireysel adımların önemi artık daha fazla konuşuluyor. Giderek artan şekilde, bazı yaşam tercihleri de bu mücadelenin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Bunlardan en dikkat çekici olanları ise şüphesiz kamp, karavan ve tiny house yaşamlarıdır. Daha az tüketim, daha fazla doğa teması, daha düşük enerji ihtiyacı… İlk bakışta bu yaşamlar umut verici görünüyor. Peki bu tercihler gerçekten iklim değişikliği karşısında bir çözüm sunabilir mi?

Bu soruyu aceleyle “evet” ya da “hayır” diyerek geçiştirmek yerine, gelin birlikte derinlemesine ele alalım.

KÜÇÜLEN EVLER, BÜYÜYEN UMUTLAR MI?

Tiny house akımı, son yıllarda büyük kentlerin dışında daha sade ve doğaya yakın bir yaşam arayan bireylerin ilgisini çekiyor. Karavan yaşamı ise hem mobilite hem de esneklik sağladığı için bir özgürlük imajı veriyor. Kamp ise doğayla baş başa kalma, teknoloji ve beton yığınlarından uzaklaşma ihtiyacını karşılıyor. Bu yaşam biçimlerinin ortak noktası ise enerji tüketimini ve çevresel etkileri en aza indirme çabasıdır.

Ancak burada dikkatli olunması gereken önemli bir nokta var: her küçük yaşam alanı kendiliğinden çevre dostu olmaz. Bu yaşam biçimlerinin iklim kriziyle ilişkisini değerlendirirken kullanılan malzemelerden ulaşım biçimine, enerji kaynağından su tüketimine kadar pek çok faktör göz önünde bulundurulmalıdır.

AZALAN ALANLAR, AZALAN TÜKETİM Mİ?

Kamp, karavan ve tiny house yaşamlarının sunduğu bazı olumlu yönleri şu şekilde sıralayabiliriz:

Enerji verimliliği artar: Daha küçük alanlar daha az enerjiyle ısıtılır ve soğutulur.
Su tüketimi azalır: Depolu sistemler ya da taşınabilirlik, bireyleri tasarrufa yönlendirir.
Atık miktarı düşer: Minimal yaşam tarzı daha az tüketimi beraberinde getirir.
İnşaat kaynakları azalır: Özellikle geri dönüştürülmüş malzemelerin kullanımı teşvik edilir.
Yenilenebilir enerji geçişi kolaylaşır: Güneş paneli, portatif rüzgar türbinleri gibi çözümler yaygınlaşır.

Bu avantajlar, uygun biçimde planlandığında ve sürdürülebilir ilkelerle desteklendiğinde, bireysel karbon ayak izinin azaltılmasına katkı sunabilir.

NİYET GÜZEL, YA UYGULAMA?

Ancak bu yaşam biçimleri yanlış planlandığında ya da yalnızca görsel beğeni ya da kısa vadeli trend kaygısıyla tercih edildiğinde, çevresel yük oluşturabilir:

• Karavanlar fosil yakıtla çalışıyorsa, mobilite iklim dostu olmaktan çıkar.
• Tiny house yerleşimleri kentten uzaksa, artan ulaşım ihtiyacı yeni emisyon kaynaklarına yol açar.
• Kamp alanları doğa koruma ilkelerine göre düzenlenmemişse, ekosistemlere zarar verebilir.
• Su, enerji ve atık yönetimi yoksa, çevreye doğrudan zarar verecek uygulamalar söz konusu olabilir.

Dolayısıyla mesele yalnızca yaşam alanını küçültmek değil; yaşam biçimini çevresel duyarlılığa uygun hale getirmektir.

İKLİM DOSTU YAŞAM, BÜTÜNCÜL BİR YAKLAŞIM GEREKTİRİR

Kamp, karavan ve tiny house yaşamları şu ilkeler doğrultusunda benimsenirse, iklim değişikliğiyle mücadelede anlamlı bir katkı sağlayabilir:

• Yenilenebilir enerji sistemlerine geçilmeli
• Su ve atık sistemleri doğayla uyumlu olmalı
• Yerel üretim desteklenmeli, doğal döngülere uygun tüketim tercih edilmeli
• Yerleşim kararları doğa koruma esaslarına göre yapılmalı

İklim değişikliği çok boyutlu bir sorun olduğu için, sadece mekânsal bir tercih üzerinden kapsamlı çözüm elde edilemez. Ancak bu yaşam biçimi, daha büyük bir sistem dönüşümünün parçası haline getirilirse, sürdürülebilirlik açısından değerli bir örnek oluşturur.

SONUÇ: TERK EDİLEN EVLER DEĞİL, YENİDEN KURULAN DENGELER

Sevgili dostlar, kamp alanlarında geçirilen birkaç gün, karavanda yaşanan sade bir hayat ya da tiny house’un minik penceresinden görülen gökyüzü bizlere önemli bir şeyi hatırlatır: Daha azla da yaşanabilir. Ancak bu sadeleşme bir yaşam felsefesine dönüşmediği sürece, tüketim merkezli sistemi durdurmak mümkün olmaz. Gerçek çözüm, yalnızca fiziksel alanları küçültmekte değil, doğayla kurduğumuz ilişkinin yönünü değiştirmektedir.

İklim Okulu olarak bizler, bireysel dönüşümle toplumsal değişim arasındaki bağları güçlendirmek için yazmaya, anlatmaya ve birlikte düşünmeye devam edeceğiz.

"Tiny House Nedir, İklim Değişikliğiyle Mücadelede Nasıl Bir Rol Oynar?", "Kamp ve Karavan Yaşamı Gerçekten Sürdürülebilir mi? Avantajlar ve Zorluklar", "Çevre Dostu Yaşam İçin Tiny House, Karavan ve Kamp Karşılaştırması", "Doğayla Uyumlu Yaşam: Tiny House ve Karavanla Karbon Ayak İzini Azaltmak" ve "İklim Krizine Karşı Alternatif Yaşam Modelleri: Kamp, Karavan ve Tiny House" konularında sıkça sorular gelmekte. Bu nedenle bu köşe yazımı kaleme aldım. Bol istifade edilmesi dileğiyle...

Süleyman ÇETİN
Çevre Yüksek Mühendisi | İklim Okulu Kurucusu



İklim Değişikliğine Dirençli Kentler İçin 5 Kritik Adım

Değerli İklim Dostları,

Sel baskınlarıyla boğuşan caddeler, aşırı sıcaklarda kavrulan beton yığınları, kuraklıkla susuz kalan mahalleler… İklim krizi artık şehirlerimizin kapısını çaldı. Peki, biz bu gerçekle yüzleşmek yerine hâlâ “yıkılıp yeniden yapmak” gibi modası geçmiş bir anlayışla mı hareket edeceğiz? Hayır. Çözüm, “iklim dirençli kent” olmanın yolunu bilmekten geçiyor.

İklim Dirençli Kent Nedir?

Bir şehri, selin yıkamadığı, sıcağın kavurmadığı, kuraklığın susuz bırakmadığı bir yapıya dönüştürmek demektir. Ancak bu, beton duvarları yükseltmekle değil; doğayla uyumlu tasarım, bilimsel planlama ve toplumsal dayanışmayla mümkündür.

Örneklerle Açıklayalım:

  • Amsterdam: Su baskınlarına karşı yüzen evler ve suyu emen yeşil çatılar.

  • Kopenhag: Bisiklet yolları ve yağmur suyu yönetimiyle Avrupa’nın en dirençli şehirlerinden biri.

  • İstanbul: Peki ya biz? Dere yataklarına inşaat yapıp sonra sel felaketlerine şaşırmak yerine, doğal su kanallarını koruyabilir miyiz?

Bir Kent Nasıl Dirençli Olur?

  1. Yeşil Altyapı: Betonla değil, toprakla nefes alan şehirler. Her park, bir sel emici; her ağaç, bir klima görevi görmeli.

  2. Suyla Barışık Tasarım: Yağmur suyunu depolayan, dere yataklarını işgal etmeyen, kuraklığa hazırlıklı bir su politikası.

  3. Enerji Çeşitliliği: Güneş panelleri, rüzgar tribünleri ve enerji verimli binalarla şebekeye bağımlılığı azaltmak.

  4. Toplumsal Katılım: Belediyelerin “Biz yaptık oldu” anlayışı yerine, halkın fikrini alan, yerel çözümlere dayanan projeler.

  5. Afete Hazırlık: Erken uyarı sistemleri, acil toplanma alanları ve iklim göçüne karşı sosyal politikalar.

İklim Okulu’nun Vizyonu: Dirençli Topluluklar

Biz, İklim Okulu olarak, şehirlerin sadece binalardan ibaret olmadığını biliyoruz. Bir kentin direnci; orada yaşayan insanların bilinci, yerel yönetimlerin sorumluluğu ve doğayla kurulan dengedir. Bu yüzden:

  • Belediyelerle SECAP (Sürdürülebilir Enerji ve İklim Eylem Planı) iş birlikleri yapıyoruz.

  • Yeşil çatılar, yağmur bahçeleri gibi doğa temelli çözümlerin eğitimlerini veriyoruz.

  • “İklim okuryazarlığı” ile karar vericileri ve vatandaşları bilinçlendiriyoruz.

Son Söz: Direnç, Teslim Olmamaktır

İklim dirençli kent, felaketleri önlemez; onlarla yaşamayı öğretir. Bugün İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de atılacak her akılcı adım, yarın çocuklarımıza bırakacağımız en değerli mirastır.

Unutmayalım: Dirençli kentler, doğayla savaşmayı değil, onunla uyum içinde yaşamayı seçenlerin eseridir.

"İklim dirençli kent nedir?", "Şehirler iklim değişikliğine nasıl hazırlanmalı?" ve "Sürdürülebilir kentler için neler yapılabilir?" gibi sorular, günümüzde yerel yönetimlerden vatandaşlara kadar herkesin aradığı kritik başlıklar haline geldi. Bu yazımızda, iklim krizinin kentsel etkilerine karşı dirençli şehirler inşa etmenin bilimsel yöntemlerini, dünyadan ve Türkiye'den somut örneklerle açıkladık. Amacımız, yalnızca farkındalık yaratmak değil; aynı zamanda "SECAP eylem planları", "yeşil altyapı çözümleri" ve "karbon nötr şehirler" gibi anahtar kelimelerle bu arayışlara yanıt vermekti. İklim Okulu olarak, dirençli topluluklar için bilginin gücüne inanıyoruz. Eğer siz de "İklim dostu bir kent mümkün mü?" diye soruyorsanız, bu içerik tam size göre!

Süleyman ÇETİN
Çevre Yüksek Mühendisi – İklim Okulu Kurucusu



İklim Krizinin Psikolojik Etkisi: Gençlerde Ekoanksiyete

EKOANKSİYETE: GELECEĞİ DÜŞÜNMEKTEN KAYGI DUYMAK

Değerli dostlar,

Gözümüzün önünde eriyen buzullar, bir türlü gelmeyen mevsimler, kuruyan göller, dolup taşan seller, yanan ormanlar... Ve sonra sessizce içimize çöken o his: Ekoanksiyete.

Ekoanksiyete; çevresel bozulmalar, iklim değişikliği ve gezegenin geleceği hakkında duyulan yoğun kaygı halidir.
Henüz tıbbi bir hastalık olarak tanımlanmasa da dünya genelinde giderek yaygınlaşan bir ruhsal durumdur.

Kimlerde Görülür?

• Gençlerde, özellikle ergenlik çağındaki bireylerde,
• Bilinçli ebeveynlerde,
• Çevre mühendislerinde, aktivistlerde,
• Doğayı seven, sorumluluk duygusu gelişmiş bireylerde…

Yani farkındalığı yüksek olanlarda daha çok görülür.
Ne acıdır ki bilgi arttıkça bazen umutsuzluk da büyür.

Neden Oluşur?

• Karbonsuz bir yaşamın imkânsız gibi görünmesi,
• Devletlerin yeterince eylem göstermemesi,
• Doğaya verilen zararın boyutunu sürekli görmek,
• "Ben ne yapsam ne değişir ki?" hissi…

Tüm bunlar zihnimizde geleceği belirsiz, umutsuz, karanlık bir tabloya dönüştürebilir. İşte bu noktada ekoanksiyete devreye girer.

Ne Yapmalı?

  1. Yalnız olmadığını bil: Bu duyguyu yaşayan milyonlarca insan var.

  2. Eyleme geç: Kaygıyı eyleme dönüştürmek iyileştiricidir.

  3. Topluluklara katıl: İklim savunucuları, gönüllü gruplar umut ve paylaşım alanıdır.

  4. Doğada vakit geçir: Doğa sadece mücadele ettiğimiz bir şey değil; aynı zamanda bizi iyileştiren bir yerdir.

  5. Ufak adımlarla başla: Sıfır atık, enerji verimliliği, toplu taşıma… Etkinin küçük olanı yoktur.

İklim Okulu ile Güçlen

Bizler İklim Okulu olarak, bu duyguların farkındayız.
Gençlere, öğretmenlere, çevrecilere yalnız olmadıklarını hatırlatmak ve birlikte çözüm üretmek için buradayız.
Çünkü bilgi paylaştıkça güç verir. Çünkü kaygı paylaşıldıkça azalır.

Sonuç Olarak: Kaygı Değil, Kararlılık

Ekoanksiyete bize doğayı ne kadar önemsediğimizi gösteren bir işarettir.
Ama bu kaygıyı yalnızca içimize gömerek değil, eyleme dönüştürerek anlamlı kılarız.
Geleceğe dair umudu kaybetmeyelim. Çünkü hâlâ birlikte değiştirebileceğimiz çok şey var.

Süleyman ÇETİN
Çevre Yüksek Mühendisi ve Proje Uzmanı



Dünyada Bu Kadar Sorun Varken İklim Değişikliği Ne Kadar Önemli?

Öncelikler Sıralamasında İklim Nerede?

Değerli dostlar,

Dünya zor bir dönemden geçiyor. Bir yanda Ukrayna-Rusya savaşı, diğer yanda Sudan ile Güney Sudan arasında yeniden alevlenen çatışmalar. Ortadoğu’da Filistin-Gazze hattında siyonist israillilerin yaptıkları soykırım, Myanmar’da sistematik katliamlar, Doğu Türkistan’da uzun süredir devam eden yaşam ihlalleri… Tüm bu sorunlar yalnızca politik değil, doğrudan yaşam hakkını ilgilendiren trajediler. Aynı zamanda Türkiye gibi ülkelerde yaşanan ekonomik zorluklar da toplumların en temel ihtiyaçlarına ulaşmasını engelliyor.

Bu manzara karşısında soruyu sormak kaçınılmaz hale geliyor: İklim değişikliği bu yaşananların neresinde duruyor? Gerçekten bu kadar elzem mi? Yoksa sırası mı değil?

İklim Değişikliği Bir Lüks Gündem mi?

Bazı çevreler iklim değişikliğini konuşmanın, küresel meseleler arasında “refah seviyesi yüksek ülkelerin ilgilendiği bir konu” olduğunu düşünüyor. Gerçekten de savaş ve açlık gibi çok daha acil görünen krizlerin ortasında, karbon emisyonlarını, 1.5 derece hedefini veya COP zirvelerini konuşmak, ilk bakışta fazla teorik ya da ikincil bir mesele gibi algılanabiliyor.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey şu: İklim değişikliği, doğrudan etkisini zamanla gösteren, ama etkilediği alanlar bakımından her şeyin temeline dokunan bir olgu. Tarım, su, enerji, göç, sağlık, güvenlik… Yani aslında ekonomik buhran da, savaşlar da, göçler de bir noktada iklimin etkileriyle kesişiyor.

İklim Değişikliği Kaçıncı Sırada?

Tarafsız bir gözle bakarsak, iklim değişikliği hayatta kalma ile ilgili değilmiş gibi görünse de, yaşamın sürdürülebilirliğiyle doğrudan ilgilidir. İnsanların bombalardan kaçtığı coğrafyalarda bugün birinci öncelik güvenlik olabilir; ancak uzun vadede bu coğrafyalarda susuzluk, çölleşme, tarım krizleri daha derin çatışmalara zemin hazırlayabilir.

Dolayısıyla iklim değişikliği belki şu an gündemin birinci sırasında değildir; ama orta ve uzun vadede diğer tüm krizleri etkileyebilecek nitelikte olması nedeniyle, stratejik önceliklerde ilk beş içinde mutlaka yer almalıdır.

Öncelikleri Birbirine Düşürmek Yerine Bütüncül Düşünmek Gerekir

Bu meseleye “önce insan mı, önce iklim mi?” şeklinde bakmak, aslında ayrıştırıcı bir tuzaktır. Çünkü iklim konusu zaten insanla ilgilidir. Savaşın olduğu yerde yıkım olur ama iklim yıkımı sessiz ve kalıcı olur. Ekonomik kriz geçici olabilir, ama toprağın ve suyun kaybı onarılmaz olabilir. Bu yüzden insani, sosyal ve ekolojik krizlerin hepsi birlikte ve bütüncül bir anlayışla ele alınmalıdır.

Sonuç olarak, iklim değişikliği “öncelik” kavgası yapılacak bir mesele değil; öncelikleri sürdürülebilir kılmanın zemini olan bir meseledir. Evet, savaşlar, açlık ve hak ihlalleri elbette önceliklidir; ama bu dünyada nefes alacak temiz hava, içecek su, üretecek toprak olmadan o öncelikleri yaşatmak da imkansız hale gelir.

Süleyman ÇETİN
Çevre Yüksek Mühendisi ve Proje Uzmanı



Dünyayı Şekillendiren Üç Makro Trend: Enerji, Gıda ve Sağlık

DEĞİŞEN DÜNYADA YÜKSELEN ÜÇ ANA DALGA: ENERJİ, GIDA VE SAĞLIK

Değerli dostlar,

Dünya artık eskisi gibi değil, bunu hepimiz hissediyoruz.
Fakat sadece olaylara değil, eğilimlere, yani trendlere bakarsak asıl değişimin nereden geldiğini görebiliriz.
Bu yüzyılın makro eğilimlerine baktığımızda üç büyük başlık hemen öne çıkıyor: enerji, gıda ve sağlık.

Bunlar artık sadece sektör değil, hayatta kalma başlıkları.

1. ENERJİ: YENİLENEBİLİR Mİ, ERİŞİLEBİLİR Mİ, GÜVENLİ Mİ?

Enerji artık sadece “üretim” değil, aynı zamanda jeopolitik bir koz, iktisadi bir kaldıraç, sosyal bir adalet meselesi hâline geldi.
Savaşlar, krizler, yaptırımlar gösterdi ki, fosil yakıt bağımlılığı, ülkeleri zayıflatıyor.
Bu yüzden dünya artık enerji bağımsızlığını konuşuyor.

Bu çağın en büyük sorusu şu:
"Enerji hem temiz, hem ulaşılabilir hem de güvenli olabilir mi?"
Cevap: Evet ama sadece vizyon ve yatırım ile.

2. GIDA: SADECE TOK TUTMAK DEĞİL, STRATEJİK GÜÇ

Pandemide gördük, savaşta tekrar hatırladık:
Gıda tedariki kırılgandır.
Ve gıda sadece sofrada değil, siyasette, dış politikada, göç dalgalarında belirleyici.

Bugün gıdayı konuşurken şunlara bakmamız gerekiyor:
• Tarımda enerji ve su verimliliği
• Gıda israfı ve kaybı
• Kentsel tarım, topraksız üretim modelleri
• Gıda güvenliği ve adil erişim

Unutmayalım ki gıda egemenliği, yeni yüzyılın en stratejik hamlesidir.

3. SAĞLIK: PANDEMİ BİTTİ AMA KIRILGANLIK DEVAM EDİYOR

Sağlık sistemleri, COVID-19 ile en büyük stres testini yaşadı.
Ve artık sağlık sadece hastane ile değil; çevreyle, gıdayla, şehir planlamasıyla konuşulmalı.
İklim değişikliği, su stresi, hava kirliliği, gıda güvenliği…
Hepsi halk sağlığına doğrudan etki ediyor.

Artık toplumlar “önleyici sağlık”, sağlıkta dijitalleşme, yeşil hastane” ve ekolojik tıp gibi kavramlara yatırım yapıyor.

Yani sağlık, sadece tedavi değil, yaşam tarzı hâline gelmeli.

SONUÇ OLARAK:

Enerji, gıda ve sağlık; 21. yüzyılın sadece gündemi değil, geleceği şekillendiren ana akımları.
Kim bu üç alanda erken hazırlık yaparsa,
Kim çözüm üreten iş modelleri geliştirirse,
Kim gençlerini bu konulara yönlendirirse…
İşte geleceğin güçlü toplumu da o olur.

Bizler, çevre mühendisleri olarak yalnızca teknik bilgiyle değil, vizyonla da konuşmalıyız.

Çünkü dünya sadece teknolojiyle değil, aynı zamanda doğru sorularla değişecek.

Süleyman ÇETİN
Çevre Yüksek Mühendisi ve Proje Uzmanı



Sen de bir İklim Savunucusu Ol!

İklim krizi sadece geleceğin değil, bugünün meselesi. Gezegenimiz her geçen gün daha fazla baskı altında. Kuraklık, hava kirliliği, ormansızlaşma, biyoçeşitlilik kaybı... Bunlar yalnızca haberlerde gördüğümüz başlıklar değil — yaşadığımız dünyanın gerçekleri.

Ama bu gidişatı değiştirebiliriz.
Kim mi? Sen.

🌱 Eğer doğaya saygın varsa,
🌱 Eğer sosyal adalet senin için sadece bir kavram değilse,
🌱 Eğer “bir şey yapmalıyım” diyorsan ama nereden başlayacağını bilmiyorsan...

İklim Okulu seni bekliyor.
“İklim Savunucuları” olarak bir araya geliyor, eğitim alıyor, fikir üretiyor ve projeler geliştiriyoruz.
Sadece konuşmuyoruz, harekete geçiyoruz.

📣 Lise öğrencisi, üniversiteli ya da yeni mezun…
Senin enerjine, fikrine, emeğine ihtiyacımız var.
Yerel çözümler, ulusal etkiler doğurur. Ve sen bu değişimin parçası olabilirsin.


🎯 Sen de bir İklim Savunucusu ol – başvurunu yap, harekete katıl!

Türkiye Su Fakiri Ülke! Değil Ama…

Türkiye Su Fakiri Ülke! Değil Ama…

Sevgili dostlar,

Son yıllarda su krizi giderek daha fazla gündeme geliyor. Haberlerde, akademik çalışmalarda ve uzman görüşlerinde sıkça şu cümleyi duyuyoruz: “Türkiye su fakiri bir ülke!” Peki, gerçekten öyle mi?

Öncelikle, su fakiri teriminin ne anlama geldiğini iyi bilmek gerekiyor. Bir ülkenin su zengini, su stresi altında ya da su fakiri olup olmadığı kişi başına düşen yıllık yenilenebilir su miktarına göre belirleniyor. Bu ölçüme göre, kişi başına yıllık 1700 metreküpten fazla suyu olan ülkeler su zengini, 1000-1700 metreküp arasında suyu olanlar su stresi çeken, 1000 metreküpün altına düşenler ise su fakiri olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin yıllık kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı yaklaşık 1300-1400 metreküp civarında. Yani, tam olarak su fakiri değiliz ama su stresi yaşayan bir ülkeyiz.

Buraya kadar her şey net. Peki, asıl problem nerede?

Sorun Su Miktarında mı, Yönetiminde mi?

Türkiye, su kaynakları açısından fakir bir ülke değil ama su yönetimi açısından büyük sıkıntılar yaşıyor. Mevcut su kaynaklarımızı verimli kullanamıyoruz. Özellikle tarımsal sulamada hala vahşi sulama yöntemleri yaygın. Tarımda kullanılan suyun büyük bir kısmı, yanlış sulama teknikleri nedeniyle boşa harcanıyor. Şehirlerde ise altyapı eksiklikleri, su kayıpları ve geri dönüşüm sistemlerinin yetersizliği ciddi sorunlar yaratıyor.

Su fakiri bir ülke olmamamıza rağmen, kuraklık tehlikesi ve su krizleri kapımızda. Çünkü mevcut suyumuzu doğru yönetemediğimiz sürece, var olan kaynaklar hızla tükeniyor.

Sanal Su ve Su İsrafı

Birçok kişi su tasarrufunu sadece musluğu kapatmak olarak görüyor. Oysa su tüketimi bunun çok ötesinde. Sanal su kavramı burada devreye giriyor. Yani, bir ürünü tüketirken aslında onun üretimi için harcanan suyu da tüketiyoruz. Örneğin:

  • Bir hamburger üretmek için yaklaşık 2400 litre su kullanılıyor.
  • Bir tişört üretmek için 2700 litre su gerekiyor.
  • Bir kilo pamuk yetiştirmek için yaklaşık 10.000 litre su harcanıyor.

Yani, tarımsal üretimden sanayiye kadar her şeyde su tüketiyoruz. Ancak farkında olmadan harcadığımız bu su, en büyük israf kaynaklarından biri oluyor. Türkiye, su fakiri değil ama suyu bilinçsizce tüketen bir ülke.

Ne Yapmalıyız?

Sevgili dostlar, su yönetimi konusunda bireysel ve toplumsal olarak atabileceğimiz çok önemli adımlar var.

  • Tarımsal sulamada modern tekniklere geçilmeli. Damla sulama ve akıllı tarım uygulamaları yaygınlaşmalı.
  • Şehirlerde su altyapıları güçlendirilmeli. Kaynak kayıplarını önleyecek yatırımlar artırılmalı.
  • Geri dönüşüm sistemleri teşvik edilmeli. Kullanılmış suyun yeniden değerlendirilmesi sağlanmalı.
  • Sanal su tüketimi konusunda bilinç oluşturulmalı. Gıda ve tekstil tüketiminde daha sürdürülebilir seçimler yapılmalı.
  • Kamu ve özel sektör iş birliğiyle su yönetimi projeleri geliştirilmeli.

Su fakiri olmadan önce harekete geçmek zorundayız. Çünkü su fakiri olmak için beklemeye gerek yok, yanlış yönetimle kendi elimizle bu duruma düşebiliriz.

Gelin, bu sorumluluğu hep birlikte üstlenelim. Suyumuzu doğru kullanırsak, su krizine girmeden bilinçli bir şekilde geleceğimizi koruyabiliriz. Unutmayalım, Türkiye su fakiri değil ama suyu iyi yönetemezsek, bir gün gerçekten fakir olabiliriz.

Sevgiyle kalın,
Süleyman Çetin
Çevre Yüksek Mühendisi ve Proje Uzmanı